Neye mecburuz, neye değil?

İmalat teknolojilerini geliştirmenin küresel rekabetin ön şartı olduğunu artık tüm dünya anladı. ABD başkanı Trump’ın iki yıldır yaptığı hamleler bu konudaki bir farkındalığı da beraberinde getirdi. Küreselleşme propagandasıyla geçen yıllar, uluslararası şirketlere kâr patlaması yaşatırken işsizlik ve açlığın artmasından, küçük ülkelerin sanayilerinin tasfiye olmasından başka bir netice doğurmadı. Oysa sermayenin insanların zihin dünyasına pompaladığı, malın ve iş gücünün serbest dolaşımıyla sınırların görünmez hale geleceği bir dünya vatandaşlığı hayaliydi.

 

2000’li yılların başında anlı şanlı ekonomistler, küreselleşmeyi Soğuk Savaş’ın yerine geçmiş bir yeni dünya düzeni olarak ortaya koymaktaydı. Nobel ödüllü Milton Friedman küreselleşmenin bireylere, şirketlere ve milletlere birbirlerine daha yakın, hızlı ve ucuz şekilde ulaşma olanağı vereceğini; piyasaları, teknolojileri ve devletleri bütünleştireceğini savunuyordu. Yine Nobel ödüllü Joseph Stiglitz ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasının ulusal ekonomileri birbirlerine entegre ederek dünyadaki herkese, özellikle de yoksullara zenginlik getireceğini iddia etmekteydi.

 

Sermaye sınırları rahatça aştı, mallar cüzi vergilerle ülkeden ülkeye dolaştı fakat ne yazık ki iş bulamayan insanlar gelişmiş ülkelere ancak mülteci olarak gidebildiler. Kendi ülkelerine yatırım yerine mal gelmiş olması onların alımgücüne bir fayda sağlamadı. Aksine, ithal ettikleri mallarla imalatçı ülkelerin sanayilerini desteklemiş oldular, onların işçilerine iş yarattılar, onların ar-ge çalışmalarına kaynak aktardılar. Gelişmiş ülkeler bu sayede enstitülerini çoğalttı, mühendislerinin bilgisini ve sayısını artırdı; neticede ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı giderek açıldı. Refah, imalat sanayiine yatırım yapan veya çeken ülkelerin halklarına, yoksulluk hizmet sektörüne mahkûm edilmiş olanlara düştü.

 

Batı artık teknolojisini kaptırmak istemiyor

 

Sosyal maliyetlerin en ileri ülkelerce bile tolere edilemeyecek kadar yüksek hale geldiği bir durumda, yerelleşmeyi küreselleşmenin başarısızlığına değil de paranın kıymetli hale gelmiş olmasına bağlayanlar az değil. Korumacı politikaları Doğu-Batı diyalektiğinin kısa zamanda aşılacak bir merhalesi olarak algılayanların sayısı ise çok fazla. Diğer yandan, dünya uzun zamandır ilk defa bu kadar sağlıklı büyüyor. Yatırımlar yeniden başladı, petrol fiyatlarının yukarıya gidişiyle yarım kalan birçok projenin hayata geçirilmesi imkânı doğdu. Peki, bütün bunların gerçekleşmesi için gerekli mallar nereden sağlanacak? Dünya küçülürken sanayilerini kızağa çekmiş ülkelerden mi? Yoksa rakiplerini zaafa uğratmış hatta piyasadan silmiş ülkelerin imalatçıları tarafından mı?

 

Bugün karşı karşıya olduğumuz bu durumu hiç kimse öngöremedi. Batı, Doğu’nun potansiyelini kendi gelişmişliğini artırmak için kullanacağı ümidiyle yatırımlarını oraya yaptı. Büyük ölçeklerde ucuz imalatı Doğu’da yaparak hem orada pazar hâkimi olacak ve yerli üreticilerin önünü kesecek hem de kendi ülkesine ucuz mal getirecekti. Hesap edemediği nokta ise bu yöntemle teknolojisini kaptıracağı gerçeğiydi.

 

Bugün Çin, Kore ve Tayvan’ın yüksek teknolojili ürünlerdeki ihracatı, ABD, Almanya ve Japonya’nın ihracat toplamından daha fazla. Bunu kendi markaları ile yapıyor olmaları da cabası. Son yirmi yılda ucuz mal için yaptığı küresel yatırımlardan Batı’nın elinde kalan, teknolojisini Batı’dan daha hızlı geliştiren bir büyük Doğu endüstrisinin mimarı olmak. Şimdi ticaret savaşları diye tarif edilen gelişmelerin ardında çok daha önemli bir sebebin olduğunu anlamak hiç zor değil.

 

Trump’ın başlattığı ticaret savaşı, artırılan gümrük vergileri sayesinde ithal mallara giden kaynağın ülkede kalması maksadıyla sınırlı değil. Yıllardır sürmesine rağmen, isteğe bağlı olduğundan pek de işe yaramayan yerli malı kampanyasının keskinleştirildiğini gözden kaçırmamalıyız. “Amerikan Malı Al!” sloganları “Amerika’da Üretileni Al, Amerikan İşçisinin Ürettiğini Kullan!”a dönüştü. Kamu alımlarında sağlanan yüzde 25’e kadar yerli malı avantajının yerli malı mecburiyetine dönüşme ihtimali daha da arttı.

 

Bir başka ifadeyle küreselleşmenin en yüksek sesli savunucusu, dünyanın en büyük ithalatçısı sonunda pes etti. Bütün uluslar onun için üretiyor, o ise dünyaya bilgi ve teknoloji satıyor, halkı refah içinde yaşıyordu. Fakat geldiğimiz noktada ABD bunun sürdürülemez bir süreç olduğunu gördü.

Çünkü ekonomik gücünü dünyayı baskılamak ya da her köşesinde dostlar yaratmak için kullanmanın bir önşartı vardı; o da diğer bütün milletlerin teknoloji geliştirmekte ondan geride olması. Küreselleşmenin tersine bir yola girildiğine göre, malların serbest dolaşamayacağı bir dünya düzeninde sermayenin de serbestçe dolaşamayacak olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu durumun sermaye birikimi sanayileşmeye hiçbir zaman yetmemiş ülkelere etkisi çok olumsuz olacaktır ancak sanayisini öncelik bakımından diğer sektörlerinin arkasına atmış ülkelerde rasyonel gelişmelere sebep olması kaçınılmazdır. Yerli üretim bütün ülkelerde birincil alan olacak, makine sektörü güçlü ülkeler diğerlerinden hızlı ve ekonomik üretim yatırımları gerçekleştirecektir.

 

Teşvikler dış ticaret açığımızı artırmamalı

 

Türkiye bu gelişmeleri dünyanın geri kalanından önce fark etti ve devlet yerli imalat teknolojilerinin gelişmesi için makine sektörünün stratejik alan olduğunu, on yıldan fazla zaman önce politika ve eylem belgeleri içine kattı. Geçtiğimiz yıl yerli makinelerin kamu mal alımlarında ve yapım işlerinde mecburi hale getirilmesi, yine dünyadan daha önce farkına varılmış ya da daha cesurca tedbire dönüşmüş stratejik bir hamle oldu. Nihayet KOBİ ve büyük işletmelerin ortak teknoloji geliştirmelerine doğrudan destek veren mevzuat, devletin teknolojinin makine imalat firmalarınca geliştirildiğine dair farkındalığının bir kanıtı oldu.

 

Bütün desteklere rağmen, teknolojinin yerlileşmesinin ve yaygınlaşmasının makine imalatından geçtiğine dair bilinçlenme henüz oluşamamış, kampanyalar, toplumda yerli makineye teveccüh doğurmakla birlikte, sanayimizde bu yönde özlenen iyileşme bir türlü sağlanamamıştır. 2018’in ilk 8 ayında alınan Yatırım Teşvik Belgeleri 99 milyar TL sabit sermaye yatırımı öngörürken, ithal makine teçhizat tutarı 12,6 milyar dolar tutmaktadır. Yani yerli makine, arazi, inşaat vs. sabit yatırıma düşen pay, belgelerin tarihindeki kurlar itibarıyla yatırımın ancak yüzde 45’i kadardır. İthal makineye bunların toplamından çok daha fazla kaynak akacaktır.

 

Türkiye’de pazarın yerlilik oranı yüzde 50, ithalatın ihracatı karşılama oranı yüzde 60’tır. Yılda 18 milyar dolar ihracat gerçekleştiren ve ihracatının yüzde 60’ını AB ve ABD’ye yapan bir makine imalat sektörü olan ülkemizin, bu kalemden senede 10 milyar dolarlık dış ticaret açığı vermesi hiç akılcı değildir. Teşvik mevzuatımızın, bu açığın artırılmasına değil de azaltılmasına yardımcı olması, makine imalatçılarımızın ısrarla talep ettiği bir husustur. Kamu kaynağı veya desteği kullanarak yatırım yapanlar ile yatırımlarını öz kaynakla finanse edenlerin, teşvik alacakları makine ekipmanı aynı serbestlikte belirlemeleri ya da ithal veya yerli makinenin aynı ölçüde teşvik edilmeleri başlı başına bir eşitsizlik kaynağıdır.

 

İthal makineyle rekabetçi olunacak tek pazar iç pazardır. İthal teknoloji kullananların, o teknolojiyi geliştiren ülkelerin sanayicileri ile baş etmek imkânı yoktur. O teknoloji içeride üretilene kadar yaratılan her fon, hızla teknolojisi eskiyen makinelerin yerine yenilerini almak için dışarıya gönderilecektir. Küresel rekabete giremeyecek sanayilerin kamu kaynağıyla desteklenmesini beklemek, bunun için ilk sekiz ayda ihracatımıza yakın bir miktarda, 12,6 milyar dolarlık yabancı makineye angaje olmak, maalesef ülkemizin yabancı teknolojiye bağımlılığını sürdürmek anlamı taşımaktadır.

 

Bağımlılık ise bağımsız olamamak, yani birilerine mecburiyet halidir. Oysa Türk sanayii; makine ithal etmeye değil, yerli makine teknolojisini geliştirmeye mecburdur.