“Kertenizi doğru almak…”
Herhangi bir cismin yönü ile esas alınan yön arasındaki açıya diyoruz kerteriz diye... Bu kavramı kullandığımızda, bir sapmadan veya istikametini doğrultmadıkça hedefini bulamayacak bir cisimden de bahsetmiş oluyoruz. Kerteriz almak, sadece denizcilikte değil, seyir yapılması gereken bütün faaliyetlerde doğru rotada ilerlemek için kullanılabilen bir yöntem. Herhangi bir enstantanede, üzerinde bulunulan nokta veya mevcut pozisyon en az iki diğer noktanın referansıyla belirleniyor. Gerçek bir seyahatten, yer kürede bir hareketten bahsediyorsak bu iki referansın sabit noktalardan, yer yüzünün zamanla kayıp değişmeyecek yerlerinden seçilmesi gerekiyor.
Ya seyreden, bir yerden başka bir yere gitmekte olan şey bir insan ise... Hatta yönünden sapıp sapmadığını bilmeyi isteyecek olan, kendince hedefler koymuş gerçek veya tüzel bir kişi, bir kurum, bir sektör ve hatta bir ülke ise... Onların referansları sabit olabilir, yerinde kalabilir mi? Rotasını en görülesi yerlerden ve faydalı duraklardan geçirmek isteyen bir kişi yüzünü her an hedefine dönük tutmak zorunda değilken, temsil ettiği zümre için en kolay ve risksiz rotayı çizmekle yükümlü olanların hedeflerini gözden kaçırması mümkün müdür? Dünyanın en büyük on ekonomisi içine girmeyi hedefleyen bir ülkenin veya onun dünyanın en büyük on ihracatçısı arasına girmesi için uğraşan kurumlarının radarında rakiplerinin durumundan başka ne olmalı? Üstelik bahsi geçen, dünya ortalamasının üzerinde büyüme temposuna alışkın, sanayiden evvel edindiği ticaret kültürü ve her türlü rekabete açık piyasaları ile fazlaca dinamik bir ülke iken...
Türkiye’nin makroekonomik politikalarındaki ani yön değişimleriyle ve her seferinde farklı riskleri beraberinde getiren krizlerle baş edebilen çevik ve fırsatçı bir iş alemine sahip olduğu malum... Kazanımlarımızı korumakta pek mahir olamasak da değişen trendlere karşı hızla pozisyon alıyor, dünyanın paralize olduğu durumlardan beklenmedik ölçüde faydalanabiliyoruz. Yatırım, üretim ve ihracatta pandemide sağladığımız büyük ilerleme ve şimdilerdeki tedrici gerileme, sebep ne olursa olsun, görmeye alıştığımız dalgalı seyrin tipik bir örneği. İnişli çıkışlı bu ilerlemenin dönüştürücü sonuçlarını, bugünlerin moda tartışması olan orta-yüksek ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracatında sağladığımız olumlu neticelerden de görebiliyoruz. Anlamlandırması zor olan, dünya ticaretinin yarısından fazlasının yapıldığı ve yapılmaya devam edeceği orta-düşük ve düşük teknolojili ürünlerin ülkemiz için vazgeçilmezliğini tartışacak kadar, aceleci oluşumuz…
Adrenalinle yaşamaya alışık bünyelerin, sahip oldukları enerjiyi ekstrem koşullarda sınamaya hevesli olması doğal olsa da bunun uzağı düşünme alışkanlığına kavuşamamak gibi bir yan etkisi var. Evet, dalgalı sulara alışkın bir ekonomiyiz, iş dünyamız akıntılara karşı kürek çekmeyi gerçekten iyi biliyor ama teknoloji ve bilgi rekabetine yüz yıl önce girişmiş rakiplerimizi üç beş krizde yakalamayı umuyorsak onların, seyrini belli ki bilemiyor, kerterizi doğru alamıyoruz.
Bu yazıda, tam da bu noktadan hareketle; Türkiye’de özel sektörün dünü, bugünü ve yarınına dair bir değerlendirme yaparak, bugün yüzleştiğimiz sıkıntıların ilerisine birlikte bakmak istiyorum.
“Özel sektör uzağı göremiyor mu?”
Uzun zamandır belirsizliklerin hâkim olduğu bir dönemden geçen küresel ekonomi; pandeminin yarattığı arz-talep şoklarının ardından, birkaç yıldır ticaret savaşları, enerji krizleri ve bölgesel gerilimler gibi yeni başlıklarla boğuşuyor. Uluslararası ilişkiler salt diplomasi masalarında değil; küresel değer zincirlerinin kopmaya yüz tutmuş halkalarında, gümrük tarife açıklamalarının satır aralarında ve yüksek teknolojiye erişim yarışında kuruluyor. Böyle bir ortamda, firmalar için günübirlik çözümlerle durumu kurtarmak mümkün olsa da kökten sorunların çözümü, şüphesiz ki uzun vadeli bir strateji kurabilmekten geçiyor.
Türkiye’de özel sektörün gelecekten bihaber olmadığı; piyasaya ve piyasanın işleyişine dair yapısal sorunlar varlığını sürdürürken ufuktakiler için alınması gereken aksiyonları ertelemek veya zamana yaymak zorunda kaldığı bir gerçek… Aşırı değerlenen yerli para birimi, yüksek faizle artan tüketim ve ithalat baskısı gibi koşulların altında işletmeler çoğu zaman kısa vadeli taktiklerle ayakta kalmaya çalışıyorlar, esnekliğin getirdiği bir çeviklikle süreçleri idame ettirmeyi de genelde başarıyorlar. Fakat teknolojik ilerlemenin firmalar arası rekabetçilik farkında ortaya çıkardığı marj, logaritmik doğası gereği öyle bir boyuta ulaştı ki gündelik hamle veya taktiklerle sürdürülebilirlik sağlamanın neredeyse imkânsız hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu noktada; teknoloji yatırımlarındaki öncülüğü, standartlara uyumdaki hassasiyeti ve küresel dönüşümleri erkenden okuma kabiliyetiyle; kısa vadeli manevraları aşarak oyun kurucu stratejilere odaklanma konusunda rol model olan makine sanayiindeki gündemin, tüm sektörler için ilham verici olacağını varsayabiliriz.
“Pazar kapmak mı, stratejik bir kalıcı ortaklık mı?”
Küresel makine ticaretinde son yılların en belirgin gelişmelerinden biri, selektif savunma stratejileri... Teknolojik egemenlik anlamında kritik ürünlerde bağımlılığı azaltmaya dönük bu yaklaşım, korumacılığın da yeni bir biçimi. Gelişmiş ülkeler artık, “stratejik özerklik” adına ticarette daha seçici davranıyor ve bu durum, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için birçok risk ve fırsat barındırıyor. ABD’nin korumacı tutumu, AB’nin regülasyon odaklı yaklaşımı ve Çin’in agresif fiyatlama ve finansman politikaları dünya ticaretini yeni bir mimariye sürüklerken, bu dönüşümde makine imalat sektörümüzün oynayacağı rol büyük önem taşıyor. Yükselen duvarları elini kolunu sallayarak aşamayacak olan Çin’den boşalan alanlarda Türkiye’nin güvenilir alternatifler arasında öne çıkabilmesi akla ilk gelen fırsat olabilir ancak stratejik bakış açısı şu soruları sormayı gerektiriyor: Türkiye yalnızca Çin’in bıraktığı boşlukları doldurmaya mı soyunmalı? Yoksa, AB ile zaten mevcut uzun vadeli ortaklık vizyonunu mu geliştirmeli? İkincisinin, taktiksel bir “pazar kapma” yaklaşımı yerine, stratejik bir “kalıcı ortaklık” yaklaşımından bahsettiği çok açık.
Kalite ve standart uyumunun da belirlendiği bir merkez olarak AB’nin teknolojik özerklik hedefi, enerji dönüşümü politikaları ve son döneme damgasını vuran yeşil mutabakat adımları, ticaretin siyasi hedefleri önceleyen bir boyut kazandığının bir kanıtı. Biz, hemen bütün alt segmentleri AB federasyonlarında on yıllardır bayrak gösteren bir sektör olarak, Türkiye için bu entegrasyonun salt bir “uyum sağlama” meselesi değil; geleceği birlikte okuma, geleceğin sanayi standartlarını birlikte belirleme fırsatı olduğunu en erken fark eden sektörlerden biriyiz. AB’nin yeni sertifikasyon ve veri regülasyonları gibi kritik alanlarına hızlıca uyum sağlanabilirse, Türkiye’nin daha fazla makine satmakla kalmayacağının, küresel değer zincirinde bir “teknoloji üssü” olarak da konumlanacağının bilincindeyiz. Türkiye’nin, teknoloji geliştirecek alanlarda büyük değil orta, hatta küçük ölçekli yatırımları çekmesi gerektiği de bu stratejinin farklı ama önemli bir yanı.
Coğrafi konumumuz, tarih boyunca ticaretin kesişim noktası olmamızı sağladı. Bugün de AB ile Çin arasındaki rekabette ülkemiz bir geçiş hattı olarak öne çıkıyor. Ancak transit ticaret, yalnızca bir lojistik kolaylığı değil, doğru yönetilse dahi ciddi bir risk alanıdır. Çin menşeli makinelerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşması, kısa vadede dış ticaret istatistiklerine olumlu yansıyacak olmakla birlikte, bu durumun uzun vadede Türkiye’nin “güvenilir ortak” imajını zedelemesi kaçınılmazdır. Bu nedenle transit ticaretin ve gümrük avantajlarının stratejik yönetimi, sektörün geleceğini belirleyecek konulardan biridir. Burada kritik soru şu: Türkiye, kendisini yalnızca bir “geçiş noktası” olarak mı tanımlayacak, yoksa yüksek standartlı üretimin “ikametgâhı” olarak mı konumlandıracak? Stratejik bakış açısı, burada da ikinci seçeneği tercih etmeyi gerekli kılıyor. AB’nin ithalatta rota sapmalarını gözlediği ısı haritasına Gümrük Birliği üyesi Türkiye’yi de dahil etmesi, yetkililerimizin anlamlandıracağı, aksiyon alacağı önemli bir işaret fişeğidir.
“Geleceğin sanayi mimarisindeki yerimizi makine belirler”
Evet, belirttiğim gibi Türkiye’de özel sektör, zorlu koşullar nedeniyle çoğunlukla seri taktiklere odaklanmak zorunda: Enflasyon-kur makası açıldığında fiyatlarını çeşitlendirmek, iç maliyetler baş edilemez olduğunda yerlilik oranını düşürmek, finansmana erişim zorlaştığında stok yönetimini değiştirmek vs… Bunlar hayati ama uzadıkça işletme sağlığını geri dönülemez biçimde bozan palyatif çözümler. Dünyanın en büyük pazarlarından biri olan ülkemizde makine sektörünün ve ayrılmaz biçimde genel imalat sanayiinin geleceğini belirleyecek olansa Kalkınma Planlarında, Milli Teknoloji Hamlesi’nde yer verildiği şekliyle acil tedbirler de içeren uzun vadeli stratejiler… Yani, AB standartlarına tam uyum, Ar-Ge yatırımlarının sürdürülebilirliği, gözetilen, denetlenen, tahkim edilen pazarda yerlileşmenin de özendirilmesiyle yerli kapasitenin artırılması ve mutlak surette kayıt dışından ve haksız rekabetten korunması gibi adımlar.
Son bir yılda ortaya çıkan tablo bize şunu gösterdi: Avrupa ile entegrasyon, Çin şokuna karşı hazırlık, rota sapmalarının yönetimi ve küresel güç dengelerinin okunması… Bunların hepsi stratejik meselelerdir ve makine sektörü, bu alanlarda uzun vadeli yol haritalarıyla ilerlemek zorundadır. Çünkü strateji kurmak, yalnızca büyük hedefler koymak değil, aynı zamanda riskleri öngörmek, alternatif senaryolar geliştirmek ve sürdürülebilirliği güvence altına almak demektir. Bu kültür, Türkiye makine sektöründe giderek daha fazla karşılık buluyor. Bugüne kadar daima “proaktif” adımlar atarak büyüyen sektörde; Ar-Ge merkezleri, yüksek teknolojili ürün ve ihracatta kalite ve standartlara uygunluk, bu kültürün tamamlayıcı parçaları olmaya devam ediyor.
Türkiye’nin mal ihracatının üç misli hızla artan orta-yüksek, dört misli hızla artan yüksek katma değerli ürün ihracatı; sanayimizin ister istemez geçirdiği tedrici dönüşümün ve özel sektörün tüm zorluklara rağmen üretim sistemlerini çözüm ortaklarıyla birlikte küresel rekabete uyarladığının göstergesidir. Bu ortak vizyon, yalnızca bugünün sorunlarına değil, geleceğin sanayi mimarisine de yön verecek yol haritamızdır.
Asıl soru; iki kutuplu yerkürede bile yön bulmak marifetken, çok kutuplu bir dünyada meyletmek isteyebileceğimiz kaç yön olacağıdır. Dünya, Batıya giderek Doğuya varabileceğimiz ya da dümeni Doğuya kırıp Batıya ulaşacağımız bir küre olmaktan artık çıkmıştır. Kerterizin alınacağı yer kendi bilgi ve teknolojimizin seviyesi olmalıdır.
Kutlu KARAVELİOĞLU
Makine İhracatçıları Birliği Başkanı